Anayasa Teklifleri Nasıl Bir Din-Devlet İlişkisi Görüşü Yansıtıyor? – 1
30.04.2013 www.anayasaizleme.org
Yeni Anayasa düşünce, din veya inanç özgürlüğü başta olmak üzere, zorunlu Din Kültürü Ahlak Bilgisi (DKAB) dersleri, Diyanet İşleri Başkanlığı ve laiklik, çoğulculuk ve tarafsızlık ilkeleri gibi konularda değişiklik yapma olanağını önümüze koyuyor. Bu konulara ilişkin düzenlemeler aynı zamanda Türkiye’de din ve devlet ilişkisinin yeni paradigmasının işaretlerini de ortaya koymuş olacak.
Söz konusu meseleler Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda ele alınmadan önce veya ele alındığı sırada, gerek din devlet ilişkisinin doğası konusunda, gerekse düşünce, din veya inanç özgürlüğünün bir değer olarak ne ölçüde önemsendiği konularında toplumda ilkesel düzeyde tartışmalar yapılmadı. Dolayısıyla belirli bir ilkesel temel oluşturularak sonrasında maddeler tartışılmadı. Böyle bir tartışma kuşkusuz çok yararlı ve bilgilendirici olurdu. Örneğin, din işleri söz konusu olduğunda devletin rolü ne olmalı? Sadece birkaç tanesini sayacak olursak; devlet din işlerine hiç mi karışmamalı, bu alanı tamamıyla inanç gruplarına mı bırakmalı, yoksa aktif olarak din hizmetleri vererek din alanında dini öğretiyi ve yorumu belirleyen bir role mi sahip olmalı, yine, din alanını sıkı bir şekilde denetleyen ve düzenleyen bir rolü mü olmalı, yoksa bu alanın tarafsız kolaylaştırıcısı ve sınırlı bir düzeyde düzenleyici bir role mi sahip olmalı? Devletin dinle ilgili eylem ve işlemlerinde tarafsız olması bizim için ne anlam ifade edecek; dinin dışavurumlarını dışlayan devlet mi, yoksa tarafsızlığı, din veya inancın açıklanmasına çoğulculuğa saygı göstererek ve kendisi hiçbir inancı özel olarak desteklemeden açık olan bir devlet mi? Peki, düşünce, din veya inanç özgürlüğü söz konusu olduğunda, burada neyi korumaktan bahsediyoruz? Sadece ibadet özgürlüğünü mü; yoksa uluslararası hukukta kabul edilmiş biçimiyle ibadet, uygulama, öğretim ve törenler yoluyla her türlü dışavurum biçimini mi? İnanca sahip olma, değiştirme, dini giysiler giyme gibi bireysel boyutunu gördüğümüz kadar, tüzel kişilik kazanma, öğretim kurumları açma gibi kollektif boyutunu da önemsiyor muyuz? Bütün bunları tartışarak geniş bir ortak zeminde buluşulsaydı ve sonrasında din ve inanç özgürlüğüne, Diyanet, laiklik ve/veya çoğulculuk ve tarafsızlık gibi belirgin konuların üzerinde çalışılsaydı çok daha farklı bir sonuç ortaya çıkabilirdi. Bu tabii ki, anayasanın ilgili maddelerinin daha iyi veya özgürlükçü olmasının bir garantisi değil, örneğin sonuç olarak din veya inanç özgürlüğünün korunması için elverişli olmayan bir din-devlet ilişkisi üzerinde mutabakat da sağlanabilirdi.
Devlet kamu politikalarının oluşturulması ve uygulamasında çoğulculuk ve tarafsızlık ilkelerine uyarak hareket etmekte zorlanıyor. Örneğin, ibadet yerlerine ilişkin üç semavi dinle sınırlı, gelenekçi ve tarafsızlıkla bağdaşmayan bir politika izlediğini söyleyebiliriz. Resmi olarak sadece cami, kilise ve havralar ibadet yeri olarak tanınıyor. Çoğulculuk ve tarafsızlık ilkelerine mesafeli oluşu, din veya inanç özgürlüğünün kapsamına – ibadet, öğretim, uygulama ve törenlerle açıklama hakkı gibi- ilişkin yasalar ve uygulamada da sorun yaşanması olasılığına işaret ediyor.
İki bölümden oluşan bu yazıda amaç konuya sonuçları/teklifleri ele alarak yaklaşmak ve bunların nasıl bir din-devlet ilişkisini üstü kapalı bir şekilde ifade ettiğini ve bu tekliflerdeki din veya inanç özgürlüğünün nasıl bir anlayışı yansıttığını ortaya çıkarmaya çalışmak. Birinci bölümde düşünce, din veya inanç özgürlüğü maddesine ilişkin teklifleri, ikinci bölümde ise Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) ve “çoğulculuk”, “eşit mesafe”, “tarafsızlık” ve “laiklik” gibi devletin din işlerine yaklaşımını tanımlamaya yönelik ilke teklifleri ele alınacak.
Aslında düşünce, din veya inanç özgürlüğüne ilişkin madde üzerinde anlaşmak çok kolay olmalıydı. Bunun nedeni Türkiye’nin hali hazırda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nde (BM MSHS) yer alan ilgili hükümleri kabul etmiş ve hukuki yükümlülük altına girmiş olması.[1] Böylece zaten devlet olarak kabul etmiş olduğu bir standardı yeni Anayasa’ya doğrudan aktarmak akılcı olurdu. Öte yandan, üzerinde anlaşılan metin söz konusu sözleşmelerdekine oldukça yaklaşsa da, -mevcut haliyle- zorunlu DKAB dersi ve DİB gibi çelişkili düzenlemelerle devletin din işlerine karışması pratiğinin sürdürülmesi, ilkesel olarak bazı problemlere işaret etmektedir. Buna iktidar partisinin çoğulculuk ve eşit mesafe gibi ilkelere itirazı eklenince Türkiye’de inanç özgürlüğü konusunda tedirgin bir umut taşımaktan öteye gitmek zorlaşıyor.
Öncelikle üzerinde tam mutabakat sağlanan birinci paragraf şöyle:
Madde 15- (1) Herkes din, vicdan ve inanç hürriyetine (özgürlüğüne) sahiptir. Bu hürriyet, inanma, inanmama ve inancını değiştirme hürriyetini de içerir.
Din, vicdan ve inanç özgürlüğü güvence altına alınıyor ve inanmama ve inancını değiştirme hakkı da açık seçik bir şekilde ifade ediliyor. Aslında tabii ki, inanma özgürlüğünün anlamlı olması için kişinin inanmama veya inancını değiştirme özgürlüğüne de sahip olması gerekir. Aksi takdirde inanmak bir özgürlükten kaynaklanamazdı, tek seçenek inanmak olurdu. Yine de, birçok Orta Doğu ülkesinde inanmama veya inancını değiştirme hakkı maalesef tanınmıyor. Türkiye’de tüm partilerin inanç özgürlüğü üzerinde, inanmama ve inanç değiştirme de dahil olacak şekilde anlaşmış olmaları özgürlükler konusunda Orta Doğu ve Türkiye arasında önemli bir farka işaret ediyor.
Diğer taraftan, bu paragrafta “düşünce”ye referans yapılmaması din veya inanç özgürlüğü hakkının kapsamı içinde felsefi ve inançlar içindeki muhalif görüşlerin nasıl bir yeri olacağı sorusunu akla getiriyor. Uluslararası sözleşmeler din veya inancın yanı sıra düşünce özgürlüğünü de bu madde içinde koruyor. Gerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, gerekse İnsan Hakları Komitesi; düşünce, din veya inanç özgürlüğünün geleneksel dinlerin yanı sıra ateistleri, agnostikleri ve deist veya deist olmayan inançları da koruduğunun altını çizer.[2] Türkiye’de geleneksel dinlerin dışında farklı ve/veya yeni inanç ve felsefi düşüncelerin dikkate alınmadığı veya bunların bu madde kapsamında görülmediğini, daha geleneksel bir bakış açısının yansıtıldığını düşünebiliriz. Gündelik siyasi pratik de bizi bu şekilde düşünmeye yöneltecek pek çok örnek veya söyleme yer veriyor.
İkinci paragrafa dair görüşler ise şöyle:
(2) Bu hak, (CHP önerisi: kamu düzeni, genel sağlık veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amaçlarına aykırı olmamak koşuluyla) tek başına veya topluca, kamuya açık veya kapalı olarak ibadet, (AK Parti-BDP önerisi: eğitim), öğretim (CHP bu ifadeye karşı çıkmaktadır), (CHP önerisi: dini ayin), uygulama ve tören (AK Parti-BDP önerisi: örgütlenme) yapmak sureti ile dinini ve inancını yaşama, açıklama ve yayma hürriyetini de kapsar.
Bu hakkın dinini ve inancını yaşama, açıklama ve yayma özgürlüğünü koruduğu konusunda hemfikir olan partiler bunun hangi biçimlerde yapılabileceği konusunda ayrışıyor. Öncelikle, ibadet, uygulama ve tören ve öğretim konusunda fikir birliği var, ki bu son derece önemli. Çünkü AİHS Madde 9 ve BM MSHS Madde 18 tam olarak bu ifade biçimlerini koruyor:
AİHS Madde 9
(1)…Bu hak, … ibadet, öğretim, uygulama ve ayin yapmak suretiyle dinini veya inancını açıklama özgürlüğünü de içerir.
Mevcut 1982 Anayasası’nın temelde ibadet özgürlüğünü koruduğunu, uygulama ve törenlere referans yapmadığını ve din öğretimini bir hak olarak tanımayıp, bunun yerine, düzenlediğini göz önünde bulundurursak, insan hakları standartlarına yaklaşmakta büyük bir adım atılmış oluyor.
Eğitim ve öğretim konusunda bir ayrışma olduğu görülüyor, AKP ve BDP öğretime ek olarak eğitimi de ekliyor. MHP ise zaten eğitimin öğretim ve uygulama içinde korunduğunu söylüyor ve “çocuklarına öğretme hürriyetlerini” kapsar diye ekliyor. Öte yandan CHP ilginç bir ayrım yapıyor “öğretimin eğitimi kapsamadığını; öğretimin aile tarafından çocuğa dini öğretmeyi içerdiğini ve kamu kurumlarında eğitimi kapsamaması gerektiğini” söylüyor. Bu noktada “öğretim” ve “eğitim” gibi kavramların içeriğinin açıklığı kavuşturulması ihtiyacı doğuyor. Aksi takdirde, bu daha sonra yargı tarafından tanımlanacaktır.
BDP ve AKP “örgütlenme” yoluyla da din veya inancın açıklanmasının da bir hak olarak Anayasa’ya girmesini savunuyor. Aslında uluslararası sözleşmelerde din ve inanç özgürlüğü bağlamında açıkça yer almayan örgütlenme hakkı, AİHM’nin dini gruplara ilişkin birçok kararı aracılığıyla içtihatta tanınmıştır. Örgütlenme bir nevi mümkün hale getirici bir haktır. Yani, başka hakların kullanımını mümkün hale getiriyor. Örneğin, bir ibadet yeri veya dini okul kurmak isteyen bir inanç grubunun çoğu zaman bunları yapabilmesi için önce bir tüzel kişilik kazanması şart oluyor. Dolayısıyla, dini grup olarak yeterli bir tüzel kişiliği kazanabilmek ya da kazanamamak, hakları kullanmanın yolu açabiliyor ya da tamamen kapatabiliyor. Şayet, örgütleme ifadesi Anayasa’ya girerse yasa düzenlemesi gerekecek çünkü mevcut yasalara göre inanç grupları ancak dernek veya vakıf kurabiliyor ve vakıf kurma konusunda ciddi kısıtlama ve ayrımcılık söz konusu. Diğer taraftan gerek dernek gerekse vakıf için yoğun bir devlet gözetimi var, her ikisini de yürütmek kolay değil ve devlet müdahalesine olanak veriyorlar. Örgütlenmeden kasıt dini kurum tüzel kişiliği yaratmaksa, bunun için yeni bir yasa mutlaka gerekecek.
Sınırlama
Anlaşıldığı kadarıyla AK Parti din veya inanç özgürlüğü maddesi için herhangi bir sınırlama öngörmüyor. Diğer partilerin önerileri ise şöyle:
(6) (BDP önerisi) İbadet, dini ayin ve törenler, ancak başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla sınırlandırılabilir.
(MHP önerisi) İbadet ve dini törenler kamu düzeni, genel ahlak, genel sağlık, başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması amaçlarıyla sınırlanabilir.
(7) (CHP önerisi) Din, vicdan ve ibadet özgürlüğü, devletin sosyal, ekonomik, siyasal veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasal veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla kullanılamaz. Kimse dini veya dini duyguları ya da dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz. Bu fıkraya ilişkin yaptırımlar kanunla düzenlenir.
(MHP önerisi) Din, vicdan, inanç ve ibadet hürriyeti, anayasal düzeni dini kurallara dayandırmaya yönelik eylemler biçiminde kullanılamaz.
AİHS ise şöyle bir sınırlama hükmü içeriyor:
Din veya inancını açıklama özgürlüğü ancak kamu güvenliğinin, kamu düzenin, genel sağlığın veya ahlakın ya da başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için demokratik bir toplumda zorunlu tedbirlerle ve yasayla sınırlanabilir.
Din veya inancın dışavurumu veya açıklanmasının hiçbir şekilde sınırlanmaması öngörülebileceği gibi birçok soruna yol açabilir. Örneğin, belirli bir dinin kurallarına göre hayvan kesimi yapıldığının söylendiği ve bunun kural ve denetim dışı bırakıldığı bir durumun aslında genel sağlığı tehdit eden bir duruma yol açabileceğini düşünürsek, sağlığı koruma amaçlı sınırlamaların gerekli olduğu ölçüde uygulanması makul, hatta gereklidir. Örnekler çoğaltılabilir. “Kamu güvenliği, kamu düzeni ve ahlak gibi” kavramların muğlak olduğu düşünülmemeli. Kuşkusuz bu gibi kavramları Anayasa’da tanımlamak pratik değil ve gerekli de değildir. Bunlar daha sonra içtihatte tanımlanır. Tabii ki, bu kuralların nasıl uygulanacağı önemlidir ve uluslararası hukukta bu konuda yol gösterici ilkeler mevcuttur. Örneğin, BM MSHS Madde 18’te yer alan sınırlama hükmüne ilişkin olarak İnsan Hakları Komitesi, kişilerin belirli bir din veya inancı kabul etmeye zorlanmama özgürlüğünün ve ebeveyinlerin çocuklarının dini ve ahlaki eğitimini güvence altına alma haklarının sınırlanamayacağının altını çizer.[3] Yine, sınırlamaların titizlikle uygulanmasını ve Madde 18’deki hakları geçersiz kılacak bir şekilde uygulanamayacağını, sınırlamaların ölçülü olması gerektiğini ve ayrımcı bir şekilde uygulanamayacağını söyler. Son olarak, ahlak konusunda özel bir açıklama vardır; Komite ahlağı koruma amacıyla din veya inancın açıklamasının sınırlandığı zaman tek bir gelenekten kaynaklanan ilkelerin dikkate alınmaması gerektini belirtir çünkü ahlak birçok sosyal, felsefi ve dinsel gelenekten kaynaklanır.[4]
CHP ve MHP’nin sınırlama teklifleri, belirli bir tehdit algısını – dinin kötüye kullanılmasıyla çıkar sağlanması ve devletin dini kurallara dayandırılması gibi- yansıtıyor. Oysa, genel sınırlama hükmü ve Ceza Kanunu’ndaki yasalar zaten bireylerin bu tür girişimlerini önlemeye yönelik düzenlemeler içeriyor. Dolayısıyla gerekli değil.
Sonuç olarak, din veya inanç özgürlüğünün üzerinde anlaşılmış biçimi umut verici ve uluslararası sözleşmelerle uyumlu olmaya yaklaşıyor. Devletin dinle ilişkisinde dini düzenlemekten dinle ilgili hakları tanımaya eskisine göre daha fazla yaklaştığını görüyoruz. Tabii ki, gerekli yasal düzenlemeler ve her şeyden önemlisi insan hakları standartlarıyla uyumlu UYGULAMA asıl belirleyici olan olacaktır. Öte yandan, düşünce özgürlüğünün ve vicdani reddin yeni Anayasa’da yer bulmaması özellikle iktidar partisi ve MHP’nin gelenekçi yanının kısıtlayıcı yansıması olarak kaygı verici. Yazının ikinci bölümünde ele alınacak zorunlu DKAB dersi, DİB ve tarafsızlık ile ilgili düzenlemeler ise devletin din işlerinden elini çekme konusunda bir adım atmadığını gösteriyor. Böylece din-devlet ilişkisinde ilginç bir paradigma ortaya çıkıyor ve önemli soru şu: Özgürlükçü bir “din veya inanç özgürlüğü hükmü” yeni anayasada yer alsa bile çoğulculuk ve tarafsızlık ilkelerini açıkça ifade etmeyen ve din politikalarında kendisine aktif bir rol biçen devlet bu hakkı nasıl koruyacak?
Yazıya ulaşmak için tıklayınız.
_______________________________________________________________________________________