Türkiye’de din özgürlüğü sorunu
Modernleşme ile birlikte içinde dinin merkezî bir yere sâhip bulunduğu gelenekselliğin gerileyeceği tezi de epeydir geçersiz. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde iyiden iyiye görünür hâle gelip günümüzde etkisini artarak sürdüren din veyâ inanç temelli hayat tarzı farklılıklarına saygı gösterilmesi gerektiği yönündeki talepler, bunun en somut göstergeleri. Bu bağlamda, en temel insan hak ve özgürlükleri belgelerinde, özellikle de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde din veyâ inanç özgürlüğünün güvence altına alınması da şaşırtıcı değil. Acaba, on bir yılı aşkın bir süredir dinî (İslâmî) referansları son derece güçlü ve alenî bir biçimde ortada olan bir siyasî parti tarafından yönetilen Türkiye’de din özgürlüğünün durumu nedir?
On dokuzuncu yüzyıl pozitivizminin iddiâsı hilâfına, din toplumsal hayâtın en önemli bileşenlerinden biri olmayı sürdürüyor
Bu sorunun cevabını verebilmek için öncelikle “din özgürlüğü” kavramının içeriğini ortaya koymak gerekmektedir. Bu konuda uluslararası akademik ve yargısal çevrelerin benimsediği ortak bir çekirdek şöyle belirlenmiştir: (1) Herkesin din veyâ inanç sâhibi olmaya hakkı vardır ve bu hak, din veyâ inancın değiştirilmesini veyâ inanmama özgürlüğünü de içerir. (2) Herkes, tek başına veyâ toplu hâlde, kamusal veyâ özel alanda, din veyâ inancını öğretebilir, yaşayabilir ve ibâdet edebilir. (3) Hiç kimse kendi seçtiği din veyâ inancına ters düşen bir zorlamaya tâbi kılınamaz. (4) Devletler, kendi ülkelerindeki bireylerin din veyâ inanç özgürlükleri konusunda, ırk, cinsiyet, dil veyâ din yâhut inanç temelinde ayrımcılık yapamazlar. (5) Devletler, çocukların eğitiminde ebeveynin veyâ kanunî temsilcilerin din veyâ inanç tercihlerine saygı göstermek zorundadırlar. (6) Din veyâ inanç özgürlüğünün en hayatî önem taşıyan bileşenlerinden biri, dinî cemaatlerin ve inanç topluluklarının tüzel kişilik sâhibi olmalarıdır. (7) Din veyâ inanç özgürlüğünü askıya alan veyâ imkânsızlaştıracak ölçüde kısıtlayan istisnâlar getirilemez.
Din veyâ inanç özgürlüğünün bu yedi noktada özetlenen içeriği açısından Türkiye’ye baktığımızda, durumun hiç de iç açıcı olmadığı görülmektedir. Osmanlı Devleti’nin köklü klâsik ayrımını sürdüren Türkiye, din veya inanç özgürlüğü ile ilgili sorunlara Müslüman-Müslüman olmayan vatandaşlar ayrımına göre yaklaşmaktadır. Bu bağlamda, Müslüman olmayan vatandaşların din özgürlüğü ile ilgili konular Lozan Barış Andlaşması (LBA) hükümlerine göre değerlendirilmek istenmekte ve pek çok da yanlış yapılmaktadır.
LBA ile ilgili birinci yanlış bu andlaşma hükümlerinin hukukî statüsü ile ilgilidir. Andlaşma’nın din özgürlüğünü ilgilendiren hükümleri “Azınlıkların Korunması” başlıklı kısmında yer almaktadır. Buradaki 37. maddeye göre “Türkiye, 38’inci maddeden 44’üncü maddeye kadar olan maddelerin kapsadığı hükümlerin temel kânunlar olarak tanınmasını ve hiçbir kânunun, hiçbir yönetmeliğin (tüzüğün) ve hiçbir resmî işlemin bu hükümlere aykırı ya da bunlarla çelişir olmamasını ve hiçbir kanun, hiçbir yönetmelik (tüzük) ve hiçbir resmî işlemin söz konusu hükümlerden üstün sayılmamasını taahhüt eder.” Buradan çıkarılması gereken sonuç, LBA’nın 38-44. madde hükümlerinin “Anayasa üstü” olduğudur ki, Türkiye 1924, 1961 ve 1982 anayasalarında “milletlerarası andlaşma hükümleri saklıdır” türü ibârelerle bu üstünlüğü aslında kabûl etmiş bulunmaktadır. Hâl böyle iken, Müslüman olmayan vatandaşların sâdece Ermeni, Rum ve Musevî cemaatlerinden oluştuğu, bunun dışında kalan Süryanî, Keldanî, Nasturî kadîm Hıristiyan cemaatlerin ve daha yakın zamanlarda ortaya çıkan, büyük bölümü Hıristiyanlığa intisâb etmiş vatandaşlardan oluşan yeni cemaatlerin LBA kapsamında değerlendirilmedikleri bilinmektedir.
Ayrıca, LBA’nda açıkça ibâdet, dil, eğitim ve “tüzel kişilik” olarak hukukî varlıkları tanınmış olan cemaatlerin de, el konulan taşınmaz mal varlıkları, ibâdet kısıtlamaları ve “tüzel kişilikleri”nin tanınmaması ve eğitim haklarının ihlâli gibi çok hayatî sorunlarla karşı karşıya bulunduklarını bilmekteyiz. Müslüman olmayan cemaat vakıflarının el konulan taşınmazlarıyla ilgili son dönemlerde gerçekleştirilen iyileştirmeler din özgürlüğü yönünde olumlu adımlar gibi görünse de çok yetersizdir. Konunun, tüm haksız el koymaları ortadan kaldıracak biçimde ve geriye dönük olarak uğranılan mağduriyetleri giderecek tarzda çözülmesi şarttır.
LBA’nın yanlış yorumundan ve uygulanmasından kaynaklanan bâzı noktalar, Türkiye’nin din özgürlüğü konusundaki yanlış yaklaşımının sâdece Müslüman olmayan vatandaşlarla sınırlı olmadığını göstermesi bakımından önemlidir. Bunlardan ilki, Fener Rum Patrikliği’nin “ekümenik sıfatının tanınmaması” ile ilgilidir. Yerleşik iddiânın aksine, LBA’nda bu konuyla ilgili hiçbir düzenleme yoktur. Dolayısıyla, tamâmen Ortodoks Kilisesi’nin bir iç konusu olan Fener Rum Patrikliği’nin “ekümenik olduğunun kabûlü veyâ reddi” devletin yetkisinde olan bir husus değildir. Bu açıdan mânâsız gibi görünen bu sorun, patrik olacak kişinin ve Kilise Meclisi üyelerinin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmaları zorunluluğunun ileri sürülmesiyle anlam kazanmaktadır. Çok alt seviyede bir idârî işlemle oluşturulmuş bu zorunluluğun “Anayasa üstü” LBA karşısında hiçbir geçerliliğinin olmadığı açıktır. Buna 1971’den beri kapalı olan Heybeliada Ruhban Okulu’nun durumu da eklenmelidir. Din özgürlüğünün en önemli bileşenlerinden olan eğitim hakkının da ihlâli anlamına gelen bu konu, hem LBA’nın hem de çağdaş insan hakları hukukunun (özellikle de AİHS’nin) gereklerine göre çözülmeli ve okul derhal açılmalıdır. Din özgürlüğünün bir gereği olan bu husus sâdece Heybeliada için ve sâdece Rum Ortodoks cemaati için değil, diğer tüm Müslüman olmayan vatandaşların din eğitimi ile ilgili olarak da geçerlidir.
Tabiî, din özgürlüğünün bu boyutları ile ilgili olarak yaşanan sorunlar sâdece Müslüman olmayanlar için geçerli değildir. Türkiye’nin Müslüman vatandaşlarının kendi aralarındaki farklılıkları, Alevîliğin özgün yerini, örneğin, cemevlerinin ibâdethâne statüsünü görmeyen, görmek istemeyen, kendi uygun gördüğü İslâm yorumunu Diyânet üzerinden tüm topluma “zorunlu” olarak zerketmeye devam etmekte olan Kemalizm bakiyesi otoriterliğin kurumsal yapılarına da son vermek gerekmektedir. Bunun iki gereğinden biri din ve inanç topluluklarına tüzel kişilik tanıma yolunun açılması ise diğeri de din eğitiminde devlet tekelinin kaldırılmasıdır. Bu yönde, tekke ve zaviyeleri kapatan, tevhid-i tedrisat öngören “devrim kânunları” engel olarak görülebilir ve doğrusu bunları içermeyen yeni bir anayasa yapılmasıdır. Bu olmadığına göre, din veya inanç özgürlüğü sorunu LBA ile AİHS esas alınarak aşılabilir. Ama tüm bunlar için de din özgürlüğünü ilkesel düzeyde ciddîye alan çok köklü bir zihniyet dönüşümü gerektiği de açıktır.