Din veya inanç özgürlüğü ile toplumsal cinsiyetin kesişim noktalarında ortaya çıkan meseleleri tartışmak için başladığımız blog serisinin üçüncüsünü Kadriye Aysel Fidan kaleme aldı: “Neticede patriyarkayla harmanlanmış bir inanç algısı ile inançla harmanlanmış patriyarkayla mücadelede inanç özgürlüğüne sahip çıkma ve eşitliği savunma kol kola benim için.”
Kadriye Aysel Fidan
Cinsiyetlendirme, toplumsal cinsiyetin inşası ve toplumsal cinsiyet eşitliği gibi kavramlar ve açılımlar üzerine okurken ve tartışırken, kendini kadın olarak tanımlayan ben, entelektüel olarak herhangi bir “wow” noktasında değildim. Baş ağrıları, öfke, bıkkınlık, üzüntü, ümitsizlik gibi hislerden hislere sürüklenirken bir daha dönüşü olmayan bir yolun içinde adım atmaya devam ediyorum. Herhangi bir sorun, karın ağrısı veya rahatsızlıkla psikodinamik yönelimli terapiste gidip bebekliğim ve çocukluğuma bakıp gençliğimi ve erişkinliğimi anlamaya çalışmıyorum sadece. Daha evveline gidiyorum; toplumu ve toplumları, yani beni var eden sosyal kodlarımı da inceliyorum.
Yoruluyorum bu süreçte, yıpranıyorum. El yordamıyla aramayı, bulduğum her şeyi okumayı bir kenara bırakıyorum bazen. Kendimi tanımaya başladığım zamandan bu yana geçen birkaç on yılı daha detaylı ama bir o kadar da benim deneyimlerime, hislerime, düşüncelerime ve çelişkilerime değen yerlerden ele almaya ihtiyaç duyuyorum artık. Daha sonra farkına varıyorum ki içim, bu defa kendimi parçalayıp, bölüp dağıtırken aynı zamanda yeniden toparlamaya niyet ediyor. Ama bu kısma daha sonra geleceğim. Burada belki işim biraz daha kolaylaşır diye mevcut halime ve kendimi kadın haricinde tanımladığım değerlere (belki şeyler demek daha doğru olur) bakıyorum. Aklımdan hiç çıkmayan Müslüman kimliğim geliyor önüme. Neon renklerle çıkıyor hatta karşıma. Hâlbuki ben inancımı seçerken ince eleyip sık dokumuştum, bu geriye dönüşün veya daha doğrusu yeniden bakışın bir anlamı mı vardı?
Bu noktada işin rengi değişmeye, çeşitlenmeye başlıyor. Korkmaya başlıyorum ve kaygılanıyorum. Çekirdeğin merkezine en yakın iki halkayı sarsacaktım yeniden. Seçtiğim inancım ve kendimi içinde tanımladığım veya belki de yer yer üzerime yapıştığı için kabul ettiğim kadınlık hali. Karşıma neyin çıkacağını bilemiyorum, çıkacakla baş etmeye gücümün yetip yetmeyeceğini kestiremiyorum ama manyetik alanına girdiğim konulardan da başka bir şey düşünemiyorum. Başladığım ilk noktanın beni patriyarkaya, yani toplumsal tüm süreçlerin dahil olduğu bir mekanizmayla kadınlık ve erkekliğin inşa edildiğine götürdüğünü biliyorum. Bu süreçlerin özünde vajina ve penise yüklenen sembolik anlamlarla toplumu ve onun tüm sistemlerini kaba tabirle zayıf-güçlü, korunmaya muhtaç-kollayan, itaat eden-hükmeden, ezcümle siyah-beyaz keskinliğinde işlediğine tanıklık ediyorum. Biraz daha derine bakınca işler yeniden karışıyor ve gördüklerimin zıtlıklar değil bir kartela olduğunu fark ediyorum. Yani korunmaya muhtaçlığın dereceleri varken hükmetmenin de dereceleri olduğunu görüyorum. Sınırları keskin bir kadınlık ve erkeklikten değil aslında çoklu kadınlık ve yine çoklu erkeklik hallerinden bahsediyorum. Tabii ki yer yer göreceli şekilde değişen ama genel anlamda ayrıcalıklı halin erkekliğe hele de onun hegemonik haline hasıl olmadığını söylemesem olmaz.
Biraz daha derine bakınca işler yeniden karışıyor ve gördüklerimin zıtlıklar değil bir kartela olduğunu fark ediyorum. Yani korunmaya muhtaçlığın dereceleri varken hükmetmenin de dereceleri olduğunu görüyorum. Sınırları keskin bir kadınlık ve erkeklikten değil aslında çoklu kadınlık ve yine çoklu erkeklik hallerinden bahsediyorum.
Toplum-erkeklik-ben üçgeni
Çoklu kadınlık ve erkeklik halleri üzerine düşünmek, kendi deneyimimi civar veya uzak şehirdeki ve farklı ülkedeki kadınların deneyimleriyle denk tutmamaya, hatta bunların ayrışan kısımlarına odaklanmaya teşvik ediyor. Benzer şekilde patriyarkanın imtiyazlar verdiği erkeklik hallerinin de coğrafyadan coğrafyaya farklılık gösterdiğini biliyorum. Bütün bunlar bana, kendi deneyimlerimi ince ince elemeyi ve eleğin üzerinde kalan irili ufaklı parçalara bakmayı söylüyor. Yukarıda bahsetmiştim aslında, içimden bir ses dön inancına bir bak derken, eleğin üzerinde toplumu ve özellikle annem, babam, akrabalarım ve komşularımın kaldığını görüyorum aynı zamanda. Bu aslında şaşırtıcı bir farkındalık değil elbette. Bununla beraber geçen on yıldan fazla zamanım ve bu süreçte deştiğim, dağıtıp kanattığım yaralarım yara bantlarıyla, narkozsuz ameliyatlarla ve ağrı kesicisiz dikişlerle iyileşmeliydi. Bir daha açılmamaları gerekiyordu. Ne yazık ki yine dönüp dolaşıp yetiştiğim süreçte dirsek temasında olduklarımı düşündüğümü görünce moralim bozuluyor. “Her işte bir hayır var”ın cuk oturduğu nadir bir yerdeymişim aslında. Krizi ve onun başlatıcılarını daha sonradan fark ediyorum çünkü. Kadın olarak sosyalleşiyorum, seçtiğim bir Müslüman ve Kürt kimliğim var ve bonus olarak çalışmaya başlamıştım. Bana eklenen her rol, oyunda yeni bir seviyenin kilidini açan anahtar gibi yeni zorluklara ve yeni mücadelelere kapı aralıyordu.
Kadın olarak sosyalleşiyorum, seçtiğim bir Müslüman ve Kürt kimliğim var ve bonus olarak çalışmaya başlamıştım. Bana eklenen her rol, oyunda yeni bir seviyenin kilidini açan anahtar gibi yeni zorluklara ve yeni mücadelelere kapı aralıyordu.
Bu değişimle/oyunumdaki yeni seviye ile beraber “ayaklarının üzerinde duran kadın”, “başkasına muhtaç olmayan kadın”, “istediğini yapan kadın”, “özgürce gezebilen kadın” gibi zihnime yerleştirilen ve benim de kabul ettiğim sözcükler grubunun gerçekleşme şartları olduğunu anlıyorum. Ne yazık ki bunlar salt güçlendiren deneyimlere işaret etmiyordu yaşadığım yerde. Sanki benim haricimde yeni bir inşa “hop” diye meydana gelmiş ve benim kırmak için didindiğim çarkın içinde belki daha önce gerekli teçhizata sahip olmadığım için göremediğim yeni bir dişliyi fark etmemi sağlıyordu. Elektron mikroskobu keşfedilene kadar virüslerin deyim yerindeyse bir hurafe veya şehir efsanesinden farksız olması gibi.
Artık para kazanıyorum ve geldiğim tek statünün, daha doğrusu durmam istenen noktanın en yalın haliyle “para kazanan kız/kadın”, “ailesine bakacak evlat”, “ailenin maddi gücünün bir unsuru” olduğunu anlıyorum. Burada planladığım gibi tek başıma değilim, başkalarına bağlıyım ve hatta bağımlı olmaya devam etmem gerekiyor. Ailem çok önemli ve ben bazen büyüdüğüm için kadın, çoğunlukla bekar olduğum için kız ve genel anlamda kendi kimliğim haricinde bir ailenin ferdi olarak çağrılıyorum. Benimle benzer durumda olan kadınları gördükçe, onlarla konuştukça geldiğim noktada aslında böylesi bir deneyimi olan tek kadın, Müslüman kadın olmadığımı öğreniyorum. İşte birkaç defa değindiğim renk değişikliği burada devreye giriyor. Kimdim ben şimdi? Hani bana vaat edilen özgürlük? Yeni veya daha önce fark etmediğim bir kıskaca girdiysem ne anlamı vardı çabalamamın? Diğer kadınların deneyimi benim deneyimim, kaderi benim de kaderim olacak mı diye soruyorum kendi kendime. İçimi yeniden bir hüzün, öfke ve ümitsizlik kaplıyor.
Deneyimler ve tanıklıklar I: Seçimler
Bu sorgulamalara beni iten yaşadığım ve tanıklık ettiğim deneyimlerden bahsetmek istiyorum şimdi. Bunlardan ilki erken yaşlardan itibaren sosyalleştiğim cinsiyetime ve onun gereklerine uygun meslek seçimim/seçimimize dayanıyor. “Sen kızsın, sessiz ve sakin ol”, “fıtratına göre davran”, “akıllı ve çalışkan ol”, “erkekler haylazlık yapıyor ama sana kız halinde yakışıyor mu” psikolojik şiddetiyle başladığım ve sürdürdüğüm eğitim yaşantıma liseye gelince bir de meslek seçimi telaşı ekleniyor. Duyduklarımı duyan pek çok kız çocuğu derslerde ve sınavlarda görece daha başarılı oldu ve üniversite sınavında oğlan çocuklarına kıyasla daha fazla net çıkardı. Ama bunların sonucunda yine taraflar siyah ve beyaz gibi ayrılmaya devam ediyor elbette. Bir taraf ağırlıklı olarak zeka yüksekliği ve zorlukla eş tutulan mühendislik, mimarlık, doktorluk, hukuk bölümlerini seçerken diğer taraf görünmez emeğin yani bakım emeğinin profesyonelliğe bürünmüş en yakın halini yani tasarım, öğretmenlik, hemşirelik gibi bölümleri seçiyor/seçmek zorunda kalıyor/teşvik ediliyor. “Bir kadın için ideal meslek”, “hem işe gidersin hem çocuğuna bakarsın”, “kafan rahat eder, ailene zaman kalır” olarak temellendirilen bu makbul bölümler ve zorunlu tercihler akabinde seçtiğim iş kolu, aldığım maaş ve iş harici uğraşlarım da tek tek öğretiliyor sanki bana. İlginç olan şu ki bakım emeğinin kadında olması, yaptığı işin ona benzerliği ve bir de üzerine para kazanması muhteşem bir tablo iken es kaza makbul bölümlere yerleşememiş veya bitirememiş kadın başarısız, evlenmesi gereken, oğlan çocuğuna sunulan dershane seçeneğini hak etmeyen bir noktada olur. Bu haliyle aslında ben dahil pek çok kadının sadece eğitim, meslek sahibi olma ve para kazanmada bir atımlık canı var.
İlginç olan şu ki bakım emeğinin kadında olması, yaptığı işin ona benzerliği ve bir de üzerine para kazanması muhteşem bir tablo iken es kaza makbul bölümlere yerleşememiş veya bitirememiş kadın başarısız, evlenmesi gereken, oğlan çocuğuna sunulan dershane seçeneğini hak etmeyen bir noktada olur. Bu haliyle aslında ben dahil pek çok kadının sadece eğitim, meslek sahibi olma ve para kazanmada bir atımlık canı var.
Bütün bu süreçlerde Müslüman kimliğim nerede derseniz aslında her yerinde. Yani fıtrattan bahsediyorum. İnsan bakmaya meyilli olmak, sosyal olarak erkeklerden daha az prestijli bir noktayı vurgulayan meslek seçmek, aynı işi yaparken erkekten daha bilgili/hükmeden değil mümkünse emir alan konumda olmak “kadınlık fıtratı” ile doğrudan ilişkili olarak öğretilmedi mi? Bu kısım patriyarkanın inançla o kadar ince bir şekilde harmanlanmış haline işaret ediyor ki yeterince detaylı bakmayınca ilahiyat eğitimi alan kadın ve erkeklerin dini bilgilerine başvurulmasındaki çifte standart ile çalışan ve yönetici pozisyonundaki kadın-erkek oranları arasındaki ilişkinin bu iki faktörün çeşitli oranlardaki kombinasyonunun bir sonucu olduğunu anlamamız zorlaşabilir.
Deneyimler ve tanıklıklar II: Para kazanma
Diğer bir tanesi maaşla çalışan bir kadınsanız o kart babanızda, kocanızda, bazen annenizde ama kesinlikle daha az sizde kalmalıdır beklentisi ve kabulü. “Nasıl yani?” dediysek beraber şimdi buraya detaylı bakabiliriz. İnanç ve patriyarkanın aynı şeyi söylediği anlardan birindeyiz: ev ekonomisi/para erkeğin sorumluluğundadır. Bana ve diğer kız kardeşlerime söylenen “erkeği sizin üzerinize sorumlu kıldık” mealindeki ayet çevirisi ile Charlotte Perkins Gilman’nın kullandığı cinsiyete dayalı ekonomik ilişkiler[1] kavramı doğrultusunda para kazanan kadın, parasının üzerinde söz hakkına sahip olmayan, ev veya aile içindeki ekonomik döngüden asgari haberdar olan, genellikle cebine harçlık konan bir pozisyondan daha ileride değildir. Buraları abartıyorsun diyor olabilirsiniz. Ben de kendime saçmalama bu kadar da değildir dediğim yerde yaptığım ve yapılan itirazlara: “aileni, eşini, akrabalarını yeterince sevmiyorsun”, “babanın, annenin hakkı”, “dinde eve erkek bakar deniyor” gibi bağlılıkların, inancın sorgulandığı cevaplar duydum.
Bir baba veya kocanın gücünü bu kadar pekiştiren sadece cinsiyetlerimiz değildi haliyle. Herhangi bir kadın büyüdüğünde her şeyden önce yaşamındaki tüm deneyimlerinin fonunda “itaat et, kurtul” şeklinde bir mırıltı duyar. Babaya, kocaya ve onların söylediklerine “itaat et” mırıltısı. Bunu bu şekilde söylese buluğ çağına ermiş Müslüman bir insan olarak beni ikna edemeyeceğini bilen toplum işin içine bir de inanç temelini sokuyor. Baba, koca kutsaldır. Biri ata diğeri bu dünyada yaptıklarını sineye çekerek karşılığında cenneti garantileyeceğim basamak taşı, seni yuvasına alarak haramdan korumuş kurtarıcı. Ve her ikisi de isyan edilmemesi gereken.
Deneyimler ve tanıklıklar III: Boşanma
Bir Müslümansanız patriyarkanın temsilcisi babadan ayrılmak veya seçilmiş olduğunu umut ettiğim kocadan boşanmak kadar zorlayıcı az sayıda süreç vardır. Özgürlüğünüz pahasına bir yandan birinin hayır duasını kaybedip elinin tersiyle cenneti geri çevirme riski ve diğer yandan diğeriyle peygamberin en sevmediği sünnetinin bir tarafında yer almanın dayanması zor olan azabına katlanmakla baş etmek zorunda kalıyorsunuz. Toplumsal statünüz bir anda tepetaklak oluyor. Burada sadece dul kalmak, asi veya hayırsız evlat bilinmekten bahsetmiyorum. Her erkekle sona eren akit, kabahat kimde olursa olsun dezavantajı büyük oranda kadınlık haline yaşatır. Burada özellikle toplumdaki yaşamı idame ettiren dinamiklerin erkeklik hali üzerinden devam ettiğini hatırlatmak istiyorum. Bir erkeklik halinden ayrılan veya boşanan kadın yaşamındaki pek çok desteği kaybediyor aslında. İçinde bulunduğu toplumdan varsa aldığı manevi desteğin yanında en açık haliyle maddi olarak kendi başının çaresine bakmak zorunda kalıyor.
Burada özellikle toplumdaki yaşamı idame ettiren dinamiklerin erkeklik hali üzerinden devam ettiğini hatırlatmak istiyorum. Bir erkeklik halinden ayrılan veya boşanan kadın yaşamındaki pek çok desteği kaybediyor aslında.
Bu kısımda kuşatıcı kontrol[2] araçları aklıma geliyor. Tehditle, güçsüz bırakarak, söz hakkı vermeyerek, ayrıcalık vermiş gibi gösterip kullandırtmayarak tanımlayabileceğim bu araçların yoğunluğu bir ayrılığın veya boşanmanın karar alma, uygulama ve sonraki sürecinin de çetrefillilik derecesiyle doğrudan alakalı. Ev içi ekonomik kararlarda söz sahibi olmayan, kocasının veya babasının ne kadar kazandığını bilmeyen, kendi yaşamını harçlıklar üzerine idame ettiren, belki başarılı olur diye okutulup maaş kartına el konulan, adına kredi çekilen veya borç alınan Müslüman kadın olarak sıfır noktası bir ayrılık veya boşanma ile başlar diyebilirim. Bu noktada sahip olduğum bilgi, beceri ve kararımda netlik ne kadar güçlü olursa olsun özünde “ev idaresi erkektedir, kadının fıtratında itaat var.” “Gizli ajandalarıyla büyüyen bir sapkın” olarak ben, toplum ve inanç adına beni sorgulayanlarla karşı karşıyayken bir de yoksulluğa sürükleniyorum. Almam gereken mehir, nafaka, çocuk yardımı çok görülürken bir de yuvayı dağıtan, bozan veya yuvası bozulan bir noktada kalakalıyorum.
Deneyimler ve tanıklıklar IV: Emeklilik ve ölüm
“Allah sıralı ölüm versin” ifadesi, yaşlı olan erkeğin genç olan erkekten önce ölmesi gerektiğini gözümün önüne getirir. Yukarıda saydıklarımla beraber aslında ilk ölmesi gerekenin kadınlar olmasını umut ettiğimi fark ediyorum. Herhangi bir şekilde rahata ermenin mümkün olmadığı yaşlı kadınlık halinin de, hafif esnemeler ve imtiyazlar barındırmasına rağmen, çok da kolay geçmediğini biliyorum. Öncelikle şayet dişimi tırnağıma takıp çalışmış, işverenin mecburen yatırmak zorunda kaldığı veya kamu görevlisi olduğun için sosyal haklarımdan devlet sorumlu olduğu hallerde sigortam yatırıldıysa emekliliği hak ediyorum. Çok şükür. Şayet sigortasız çalıştırıldıysam veya ev hanımı olarak görünmez bir iş gücü oluşturuyorsam ahiretimin hayır duasına bağlı olduğu babam veya beni haramdan alıkoyan, yaşamına bir düzen getiren kurtarıcı eşime bir düğümle daha bağlı hale geliyorum. Onların parası bizim paramız değil. Benim de değil, annemin de olmadı, nineme de teklif edilmedi. Onların sigortasının da 25 yaşını aşana veya boşanana değin yancı ortağıyım. Ev içi bakım emeği sayesinde kafası rahat, konforu yerinde çalışan ve eşiyle harçlık sistemi üzerinden ilişkilenen eşlere “eşinizin sigortasını imkanınız varken neden yapmıyorsunuz, bu adaletsizlik değil mi?” sorusu vampire sarımsak göstermeye benziyor. “Zaten benim sigortam var”, “dinimizde yeri yok”, “eşim zaten çalışmıyor ki”, “paramı başka işlere yatırmam lazım” veya sadece kendisinin kullandığı “arabamın borçları bitsin bakarız” gibi savunmacı cevaplar duyuyorum.
Burada iki nokta devreye giriyor. İlki bir kadın emekli olduktan sonra parasıyla ilişkisi çalışırken olduğu gibi devam ediyor. Yani emekli maaşı yeniden kendi kontrolünde değil. Mesela eşin vefat etme durumuna göre emekli maaşının kontrolü şayet bakıma muhtaç veya çocuklarıyla kalıyorsa doğrudan onların kontrolüne geçebiliyor. Eşi vefat eden ve sigortasız kadın ise oldukça düşük meblağlarda dul maaşı alabilirken, bakım verenleri veya beraber kaldıkları tarafından atılamayan bir yük olarak görülmeye başlanıyor. “Anneye Allah rızası için” bakma sorumluluğunu alan evlat ise annenin yeni babası veya eşinin vefatından sonra gücü elinde tutan pozisyonuna geliyor. Aslında yeterli ekonomik gücü olmayan, devletten ihtiyaç duyduğu sosyal desteği alamayan seçeneksiz kalmış her yaşlı kadın için yaşamının son süreçleri de diken üstünde, kendisine yakın veya uzak mesafeden bakım verenlere hayır duası etmek zorunda kalan bir nur nineye dönmekten başka gidecek yol göstermiyor.
Toparlarken
Edindiğim her rol kendimi tanımladığım değerlerle yeniden bir gerilime giriyor ve kendimi yeni bir süzgeçten geçirmeme sebep oluyor. Bu süreçte canımı acıtarak kendimi, seçimlerimin, kimliklerimin bendeki derinliğini keşfetmeye devam ediyorum. Bu konuda söylenebilecek en konforlu cümle henüz farkında olmadığım veya ayırdına varamadığım adıma verilen kararlar veya yapılan seçimlerde söz sahibi olabilme şansımın olduğudur. Benim doğup büyüdüğüm ve dolayısıyla temas ettiğim her alanın toplumsal cinsiyete dair bir inşa içermesi, bir rol barındırması bana doğalında orada inanca dair de bir destek alınma ihtimalinin de olduğunu söylüyor. İnanç temelinde manevi şiddete[3]/zorbalığa denk düşen her deneyim inancın ve onun nasıl yaşandığının da seçimlerle ilgili olduğunu inadına hatırlatıyor bana. Yani her bedende yeniden inşa edilen, algılanan ve uygulamaya geçen aynı inanç sisteminin adı olabilirken saydığım her basamak çeşitlilik içerebilir.
Benim doğup büyüdüğüm ve dolayısıyla temas ettiğim her alanın toplumsal cinsiyete dair bir inşa içermesi, bir rol barındırması bana doğalında orada inanca dair de bir destek alınma ihtimalinin de olduğunu söylüyor. İnanç temelinde manevi şiddete/zorbalığa denk düşen her deneyim inancın ve onun nasıl yaşandığının da seçimlerle ilgili olduğunu inadına hatırlatıyor bana.
Toplumsal cinsiyet eşitliği veya toplumsal inşa karşısında, kadının öz belirlemesini, kendini tanımlamasını ve bunların akışkan olduğunu kabul ederek hareket etmenin hemen yanı başında inancı seçme, bu inancı dilediği gibi anlama ve yaşama özgürlüğünü koymadığımda resmin bir kısmının eksik kaldığını düşünüyorum. Neticede patriyarkayla harmanlanmış bir inanç algısı ile inançla harmanlanmış patriyarkayla mücadelede inanç özgürlüğüne sahip çıkma ve eşitliği savunma kol kola benim için.
[1] Sexuo-economic relations (y. çv)
[2] Coercive control (y. çv.)
[3] Religious violence (y. çv)