#HATIRLIYORUZ: HOLOKOST TANIKLIKLARI
Holokost’tan hayatta kalanların hikayeleri adaletsizlik, nefret politikaları ve ayrımcılıkla mücadele ihtiyacının açık bir hatırlatıcısı.
Holokost’tan hayatta kalanların hikayeleri adaletsizlik, nefret politikaları ve ayrımcılıkla mücadele ihtiyacının açık bir hatırlatıcısı.
İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde, Nazi rejiminin yürüttüğü sistematik soykırım politikasının bir sonucu olarak yaklaşık altı milyon Yahudi öldürülmüştü. Yahudilerle birlikte Romanlar, engelliler, Slav halkları, komünistler, sosyalistler, Yehova Şahitleri ve eşcinsellerin de aralarında bulunduğu pek çok başka grup da hedef alındı, hapsedildi ve/veya katledildi.
Savaşın üstünden 77 yıl geçmesine rağmen dünyanın her yerinde toplumları ayrıştıran, antisemitizm, İslamofobi, ırkçılık, ayrımcılık ve yabancı düşmanlığı gibi sorunlar devam ediyor. Hayatta kalanların tanıklığı ve hikayeleri ise insanlık tarihinin en hayal edilemez suçlarından biri olan Holokost’un anısını canlı tutmak ve benzer acıların yaşanmasını önlemek için oldukça önemli bir yere sahip.
Holokost’a giden yol
Soykırım bir anda başlamadı: Gettoların, ölüm ve toplama kamplarının kurulmasından çok önce küçük adımlarla, kelimeler, söylemler ve onları takip eden ayrımcı pratikler ve yasalar ile inşa edildi.
Büyükannesi ve iki kardeşiyle birlikte Berlin’de büyüyen, 1927 doğumlu Otto Rosenberg, Orta Avrupa’nın bir Roman nüfusu olan Sinti topluluğundandı. Rosenberg, “Çocuklar… bana çarptı ve bana pis bir çingene olduğumu ve çok daha fazlasını söyledi” ifadeleriyle gündelik hayatta maruz kaldığı dışlayıcı söylemleri dile getiriyor.[1]
Nazi hükümeti 1933’te Almanya’da iktidara geldiğinde ülkeyi “Aryanlaştırma” ve Yahudi nüfusunu toplumdan ayrıştırma ve marjinalleştirme taahhütlerini yerine getirmeye başlamıştı. Davut Yıldızı veya ‘Yahudi’ ifadesiyle damgaladıkları Yahudi işletmelerinin boykot edilmesini teşvik etti. Propaganda afişleri ve filmleri, Yahudilerin fareler ve böceklerle karşılaştırılarak ‘haşere’ olduklarını öne sürerken, Yahudilerin yaşamlarını tüm yönleriyle kısıtlamak için yeni yasalar çıkarıldı.
1925’te Almanya’nın Breslau kentinde doğan Frank Cohn, Yahudi karşıtı yasaların yürürlüğe girmesinin ardından yaşadıklarını şöyle ifade ediyor:
Bir gün okula giderken, ‘Yahudi çocuk!’ diye bağıran bir grup çocuk tarafından kovalandım. Ama ben hızlı bir koşucuydum ve onlardan kaçtım. O gün ailem beni özel bir Yahudi okuluna göndermeye karar verdi.
Breslau’daki hayatımız giderek daha huzursuz bir hale geldi. Birlikte oynadığım çocuklu Alman arkadaşlarımız vardı ama Hitler iktidara gelir gelmez iletişimlerini kesti. Yahudilerin yemek yiyebileceği halka açık restoranlar yoktu. Çoğunda ‘Yahudiler giremez’ veya ‘Yahudilere yasaktır’ tabelaları vardı.[1]
Gettolar ve toplama kamplarına sürgün
Daha sonra yapılacak sürgünlerini kolaylaştırmak ve Yahudi nüfusunun bir arada toplanarak izlenmesini sağlamak amacıyla Naziler, Yahudiler için gettolar, geçici kamplar ve zorunlu çalıştırma kampları kurdu. Zamanla Nazi zulmü giderek daha radikal hale geldi. Bu radikalleşme, Nazi liderlerinin “Nihai Çözüm” olarak adlandırdıkları bir planla sonuçlandı. “Nihai Çözüm”, Avrupalı Yahudilerin organize ve sistematik toplu katliamıydı.
1950 yılında Varşova gettosuna zorla gönderilen Marian Kalwary, hızla nüfusu artan, hastalıkların yayıldığı, elektriğin kesildiği ve açlığın hakim olduğu gettoyu anlatıyor:
Gettoda yürümek -ya da daha doğrusu başıboş dolaşmak- sokaklar korkunçtu. Kayıtsız kalabalık iskelet cesetlerin yanından geçerken, sokaklarda yatan gazetelerle kaplı cesetlerin şok edici sahnelerini hatırlıyorum. Yüzlerce, belki de binlerce aç insanın ekmek için yalvardığını hatırlıyorum.[2]
17. yaş gününde, 7 Haziran 1944’te, yüzlerce kişiyle birlikte zorla Auschwitz’e götürülen Joseph Moses Lang:
Auschwitz’e varır varmaz kadınlar ve erkekler hemen ayrıldı ve bu Meir ve benim annelerimiz ve kız kardeşlerimizi son görüşümüz olacaktı. Sonraki birkaç gün boyunca Naziler, güçlü işçileri tespit etmek için erkekleri ayırdı. Gençler, yaşlılar ve zayıflar başka yerlere gönderildi. Askerlerden biri bana Almanca kaç yaşında olduğumu sordu ve ben daha uzun görünmek için parmak uçlarımın üzerinde durup ‘19’ diye yalan söyledim.[3]
Ailesiyle birlikte Auschwitz-Birkenau toplama kampına gönderilen Irene Safran ise toplama kampının doktoru Joseph Mengele’yle karşılaşmalarını anılarında şöyle aktarıyor:
Tıraş edilmiş kafalarımız ve bir deri bir kemik kalmış bedenlerimizi saran yırtık paçavralarla kafesteki hayvanlara benziyorduk. Neredeyse bir fısıltı gibi çok alçak bir sesle ‘Annemi ne zaman göreceğim?’ sorusunu yöneltti bir kadın. ‘Birkaç hafta içinde endişelenme,’ diye yanıtladı Mengele kibarca ve hoş bir şekilde. Bir başka kadın, ilk kadının konuştuğu için dövülmediğini görünce sormaya cesaret etti: ‘Kızımı ne zaman göreceğim?’ Mengele ona da aynı cevabı verdi. Neredeyse inanacaktık. Bize kıyasla o kadar zarif ve uygar görünüyordu ki, kendimizi Tanrı’ya bakıyormuş gibi hissettik. Tabii ki, birkaç hafta içinde, krematoryumdan dumanlar içinde çıktıktan sonra cennette onlara katıldığımızda sevdiklerimizi göreceğimizi kastetmişti.[4]
Sadece kendi hayatlarını değil bazen ailelerinin hayatlarını da tehlikeye atan ve bu sayede umudu canlı tutabilen kurtarıcıları da bu noktada hatırlamak önemli. Örneğin 1940 yılında Hollanda’nın Almanya tarafından işgali sonrasında, bir yaşında olan Alfred (Al) Münzer ailenin komşusu Annie Madna’ya emanet edilirken kız kardeşleri yine komşuları olan iki Katolik kadının yanlarına yerleştirildi.[5] Benzer şekilde, 1943 sonbaharında, on altı yaşındaki Arnavut fotoğrafçılık öğrencisi Refik Veseli, Yugoslavya’dan gelen Yahudi mülteciler, Mosa Mandil’i ve ailesini Veseli’nin köyündeki evinde saklamak için ailesinden izin aldı. Mandiller, Kasım 1943’ten Ekim 1944’te Arnavutluk’un kurtuluşuna kadar Veseli’nin köyünde sığınabildi ve sınır dışı edilmekten kurtuldu.[6]
Holokost’un ardından hayatta kalanlar
Holokost’un ardından, yani 1945 yılında savaşın sona ermesiyle, kurtulabilenler tüm ailelerini ve topluluklarını kaybetmenin travmatik gerçeğiyle karşı karşıya kaldı. Hayatta kalabilenlerin, Holokost’un ardında bıraktığı travmalarla ve yaşamlarını yeniden inşa etmenin zorluklarıyla mücadele etmesi gerekiyordu. Jakob Blankitny, Auschwitz’e girer girmez kollarına dövülen ve o andan itibaren kimlikleri haline gelen numaraların, hayatta kalmayı başaranlar için içinden geçmek zorunda kaldıkları dehşeti her gün hatırlatan bir simge olduğunu dile getiriyor.[7]
1923’te Polonya Czemierniki’de doğan Joseph Mandrowitz, yıllar sonra 1993’te doğduğu yere döndüğünde karşılaştığı manzarayı aktarıyor:
Sonunda 1993’te Czemierniki’ye döndüğümde, Yahudilerin orada yaşadığı yıllara rağmen ne ailemden ne de Yahudi yaşamından bir iz bulamadım. Dedemin mezarlığı bile yerle bir edilmişti. Sinagog gitmişti. Papazın yanına gittiğimde, mezar taşlarını aldıklarını ve inşaat malzemeleri ya da bunun gibi bir şey için parçaladıklarını söyledi. Bizden sonsuza kadar kurtulmak için Yahudi yaşamının her işaretini kasten yok ettiklerine inanıyorum.[8]
Savaş sonrasında Amerika Birleşik Devletleri’ne göç eden Felix Horn, yaşadığı travmanın adaptasyon sürecine etkisini dile getiriyor:
Amerikalılar, Amerikalıları ilk kez gördüğümde, hayat müzikle ve kahkahalarla doluydu. Ne olduğunu bilmiyordum, nasıl davranacağımı bilmiyordum. Bundan korktum, kahkaha atmanın, gülümsemenin, gece kulüplerine ve kafelere gitmenin kutsal bir şeye saygısızlık olduğunu düşündüm. Ben, yapamadım, baş edemedim, bilirsiniz, buna hazır değildim.[9]
Sonuç olarak, kurbanları hatırlamak, Holokost’u anmak ve Holokost eğitimi bireylerin nefret politikalarına karşı direncini güçlendirmek için evrensel bir zorunluluk olmaya devam ediyor. Soykırım bir anda gerçekleşmiyor, belirli bir süre boyunca kontrolsüz ayrımcılığın, ırkçılığın ve nefretin doruk noktası olarak tezahür ediyor. Dolayısıyla, soykırım hakkında konuşmak, benzer acıların tekrar yaşanmaması ve özellikle de sistematik şiddet sarmalına neden olabilecek sinyallere karşı tetikte olabilmek için bir güvence niteliğinde. Kuşkusuz, milyonlarca kişinin sistemli ve sanayileşmiş bir şekilde katledilmesine hikayeleriyle tanıklık edenlerin cesareti ve gücü bir arada yaşamanın önünde engel teşkil eden günümüz sorunlarına karşı da ışık tutuyor:
Auschwitz’ten veya diğer toplama kamplarından kurtulan bizler, umutsuzluğu değil umudu, acıyı değil cömertliği, şiddeti değil minnettarlığı savunuyoruz. Bir seçenek olarak kayıtsızlığı reddetmeliyiz.[10]